Küratör. Bosphorus International School’s da sanat koordinatörü olarak çalıştıktan (2003-2006) sonra Proje4L/ Elgiz Çağdat Sanat Müzesi’nde yönetici ve küratör olarak çalıştı (2006-2009). Bu mekanda müze koleksiyonundan seçkilerin yer aldığı sergilerin küratörlüğünü yapmasının yanında, bir çok uluslararsı sergide proje yöneticisi olarak görev aldı. Aynı zamanda müzenin proje odasında çeşitli sergilerin küratörlüğünü de yaptı. Bağımsız olarak çeşitli sergilerin küratör/ eşküratörlüğünü yaptı. 2010 yılında Kassel’de düzenlenen “Institution as Meduim: Curating as Institutional Critique?” adlı sempozyumda “Educational Critique: How to Swot Curating” başlıklı paneli organize edip moderatörlüğünü yaptı. 2011 yılında Amman’da, “Exploring Mobility around the Mediterranean” adlı sempozyumda “Challenges of Interaction between the Host and the Guest through Artistic Mobility” başlıklı bildirisini sundu.
"Hem bu davet için organizasyon için hem Siemens Sanat’ın bu olanağı bizler için sunmuş olması hem de sizlerin gelişiniz için teşekkür ediyorum.
Genç olarak anılmak güzel tabi yalnız biz sanatçıların ve küratörlerin çok uzun yıllar böyle bir şansı var. Bunun avantajları ve dezavantajları var tabi ki. Ben geçtiğimiz yıl 3.Sinop Bienali görünceye kadar Sinop Bienali’ni sadece kataloglarını sonradan çıkan bienal kitaplarını görmüş Melih Görgün’den , Mahir Namur’dan , Elif Kulu’dan orda neler yapıldığını dinlemiştim ama oraya gidip gördükten sonra benim için çok daha farklı bir etkisi oldu bunun benim için hali hazırda bir kenti görmek o kentte bir deneyim yaşamak , bu benim bir düşünceye ya da bir sanatsal forma dönüşmesi fikri her zaman heyecan verici olmuştu hem kendim sanatsal pratiklerimi yürüttüğüm dönemlerde hem de bir küratöryel çalışmalar içine girmiş biri olarak bunu hep heyecan verici buldum.
Çünkü böyle bir çalışmaya girdiğiniz zaman o kentin sunduğu olumlu ve olumsuz özelliklere dair öncellikle saygı duymak ve o saygıyla o şehre o kente yaklaşmak gerekiyor. Ona bir mesafe ile durmak yerine ona gerçekten yaklaşmak ve onu anlamaya çalışmak. Oranın gerçeklerini o kentin nelerle beslendiğini nasıl yaşadığını. Mekânın kendi gerçekleri içinde algılamayı ve hem kentin size sunduklarını alabilmeyi becermeyi gerektiriyor hem de sizin o kente bir şeyler sunabilmenizi gerektiriyor.
Böyle bir ilişkiye geçmeden de sanat üretmek o kentte bir iş yapmak mümkün ama bunun sürdürülebilir olması yani şimdi 8. Yılına giriyor Sinop Bineali 4. Sayısı gerçekleştirilecek ve bunun sürdürebilirliğini sağlamak ve o kentle böyle bir ilişkiye girmeden mümkün değil.
Beni Sinop Bienali’ni gördüğümde en çok etkileyen bu özelliğini olmuştu. Melih’in tüm saydıklarını aslında yinelememe gerek yok bunlardan bende bahsetmek istemiştim hem bir sivil toplum kuruluşu gibi çalışıyor olması hem bu işi tamamen bütçesiz ve kendi öznel yapısı içinde gerçekleştiriyor olması hem de çok ciddi bir samimiyetle halkla iç içe girilerek yapılıyor olması beni çok çok heyecanlandırdı ve bunu ben bir model olduğunu düşünüyorum yani doğrudan doğruya Sinop kimliğinden öte oraya özgü çalışmanın gerçekleşmesinin aslında bir model olduğunu düşünüyorum ve bu modelin bir çok yere taşınabileceğini düşünüyorum.
Örneğin en çok bildiğimiz Venedik bienali bence bugün Venedik’le ilişki kurmak üzerinden artık gitmemekte artık orda çok daha hırslar sponsorluklar dönmekte aslında bu bienal kenti ezip geçmekte ama Sinop yaşanılanın bunun tam tersi olduğunu düşünüyorum çünkü gerçekten işlerin orda yaşayan insanlarla birlikte üretiliyor olması birebir orda ki gerçekler üzerinden üretiliyor olması ve ordaki halkın ciddi anlamada hem sanatın izleyicisi hemde üreticisi haline geliyor olması çok ciddi bir şekilde şehirle iç içe olmasını sağlıyor bu da gerçekten ancak oraya gittiğinizde birebir bir kere bütün kentin böyle bir etkinlikten haberdar oluşunu gördüğünüzde herhalde çok ben bunları duyuyordum ama gördüğümde daha çok fazla heyecanlandıran bir yanı oldu.
Ben oraya gittiğimde Zurich’de ki bu küratörlük programında Dorisi Ligher’le birlikte yüksek lisans tezimi yazmaktaydım ve tez konumda gölgenin araştırılması üzerineydi. Sanatsal ve küratöryel yaklaşımların tekrar ziyaret edilmesi. Bu benim aynı zamanda daha geniş çapta yapmakta olacağım doktora çalışmasının planını kurmaktaydı ve ben gölgelere takmış bir şekilde aslında her tarafı gezmekte iken,Sinop Bienalini ziyaret ettiğimde tamamen kafam bu konuyla dolu idi. Biliyorsunuz algıda seçicilik neyi ne üzerine düşünüyorsanız onun üzerine şeyler görmeye başlıyorsunuz etrafta bir yandanda Sinop’u gördükten sonra Melih Görgün ve Mahir Namur’la bu konuda uzun uzun sohbetler edip döndükten sonra hep zihnimde oraya yeniden dönmek ki sonradan onlardanda duydum ki oraya giden sanatçı ve küratörler bir daha oraya dönüp ve orda bir şey yapmak istiyorlar. Aynı hastalık banada bulaştı sanıyorum. Bir an önce dönüp orda bir üretime geçme isteği, heyecanı vardı. Ama bunun bir bağlamı olmadan bunu yapmak tabiki mümkün değil.
Ben harıl harıl tezimi yetiştirmeye çalışırken sabah akşam uyumadan, onu bitirmeye çalışırken, bu hani hep adı gecen işte Diyojen’nin “ Gölge etme başka ihsan istemem” sözüne de biraz takılmıştım. Çünkü ben tez araştırmamda gölgenin biraz es geçilen bir konu olduğunu özellikle de sanattaki kullanımının ciddi bir politik durusu olduğunu, gizli politik mesaj vermekte çok uygun kullanım alanı olduğunu düşündüm. Bunun üzerine tartışırken aynı zamanda aydınlanmacı felsefenin, aydınlanmacı ideolojinin bugün hala kendi kendini tekrar ettiğini ve gölgenin bu anlamda hep olumsuz bir metafor olarak üstümüze geldiğini düşünmekteydim.
Bugün hala kullandığımız güncel dilde aydınlatma hep yani bir yerin aydınlanması ordaki işte bütün pisliklerin temizlenmesi herşeyin açığa çıkması anlamında kullanılır. Bizi bu konuda "Biraz aydınlatır mısınız? " deriz bu dili bu şekilde kullanılırız. Oysa ki, bazen bir yeri fazla ışık vermek çok ciddi bir körlükte yaratabilir. Işığın gözümüzü kamaştırması değil sadece ışığın, ışık tutulan yere bakmanızı sağladığı için, dışında kalan her yere bakmamanızı sağlayarak aslında gerçeğin çok ciddi manipüle edilmesini de sağlar.
Şimdi Diyojen’in bu “Gölge etme başka ihsan istemem” sözü, bu bizim dilimizi bilmiyorum İngilizce şu anda çevrildiğinde nasıl yansıyor sizlere. Bizim dilimizde çok şiirsel bir söyleyiş olarak yerleşmiştir ve biz bunu hep söyleriz. Ama bu biraz otoriteye karşı birazda pasif bakış açısıdır bu şekliyle söylemek. Yani “devlet bize gölge etmesinde ne yaparsa yapsın biz kendi işimizi görelim, devlet bizden uzak olsun” şeklinde bu ülkenin demokrasiye duyduğu inancı kaybetmesi aslında birşeylerin otoriteyi de aslında değiştirerek, dönüştürülebileceği inancın kaybolması üzerinden böyle yerleştiğinin ve bu sözün bu yüzden bu kadar çok kullanıldığını düşünüyorum.
Ama öte yandan İngilizce kaynaklardan bu hikayeyi okuduğumda, işte Diyojen biz hepimiz o kimliği biliriz işte fıçı içinde yaşamaktadır. Çünkü hertürlü lüksü hayatından reddetmektedir. Kimlik felsefecilerde birisi olarak bunu reddederken, bir yandan da kendi hayatına samimi bir şekilde yerleştirmektedir. Dolayısıyla evden, evin sunabildiği artık M.Ö 4. yüzyılda ne lüks olabiliyorsa onların hepsinden kendini arındırmak ve otoriteden mümkün olduğu kadar bireyin kendini bağımsızlaştırmasından yola çıkar dolayısıyla vergi ödemez hatta çok anlatılan bir anekdot vardır.
Bir gün Platon görün Diyojeni, otlar temizlemektedir, çeşmede ot yıkamaktadır. Ot marul falan yiyecektir.
Platon da der ki; ” Şimdi sen vergini ödeyen bir vatandaş olsaydın, şimdi orda ot yemek zorunda kalmazdın.” Diyojen’de ona derki “ Sende otlar yıkayıp yiyen birisi olsaydın şimdi bu kadar vergi ödemek zorunda kalmazdın”.
Yani otoriteye karşı hep böyle anekdotları ile bilinir ve ondan yazılı kalan bir kaynakta yok.
Bu gölge meselesi de; Diyojen yine bir gün güneşlenmektedir ama sürekli çarpıcı sözleriyle devlete otoriteye karşı hep işte Büyük İskender’i zor durumda bıraktığı için en sonunda Büyük İskender bunun ayağına gelir. O dönem filozoflar daha çok otoritenin verdiği paralarla yaşamaktadır ve felsefeleri ilede daha çok otoriteleri desteklerler. Diyojen’ide kendi tarafına çekmeye çalışır.” Gel benden ne istiyorsan onu vereyim,ne kadar para istiyorsun. Dile benden ne dilersen” der. O da şu güneşimden çekil hele gibi bir şey yapar ona. Yani çekil ben şu anda güneşleniyorum aslında bu bir yandan onu ironi bir şekilde alaya alan bir yaklaşımdır, bir yandan da aslında bana gölge yapmada ne yaparsan yaptan çok benim sahip olduğum ışığıma engel olma üzerinden otoriteye karşı bir duruştur.
Ve ben tüm bunları yazmaya çalışırken,bu tez çalışmaları sırasında bu Diyojen’i de araştırmaya başlarken, Diyojen'nin tam adının aslında Diogenes of Sinope olduğuyla karşılaşıp, Diyojen’nin Sinop’tan geldiği gerçeğiyle ben ilk kez ozaman karşılaştım. Ve o zaman tabii ki çok heyecanlandım çünkü , Aman Tanrım! Bu adam Sinop’tan geliyor ve bu benim için aslında en ciddi birleşme noktası olmuştu.
Çünkü aslında burada kendi kendini yürüten ve hani Türkiye’de bildiğimiz de model olan devletin işte halka sanat götürmesi onları eğitmesi, aydınlatmasına tamamen aykırı çok başka yönde halkla iç içe gelişen bu bienal çalışması, benim için bu tez çalışması tez konusuyla birleşmeye başladı ve “Gölgenin Bilgeliği” başlığında gölge malzemesinin temel alan bir sergi çalışması fikri çıktı böylece ortaya ve bunun üzerine biz nisan ayından itibaren konuşmaya başladık.
Ve bu tabiki hala gelişmekte çünkü buna başka küratör arkadaşlarımız ilgi göstermeye, başka sanatçı arkadaşlar ilgi göstermeye başladı ve bu yavaş yavaş kendisini biçimlendirmekte. Ama benim için yine en heyecan verici olanı, bu sanatçıların çok beğendiğimiz işlerini alıp oraya götürüp bakın ne güzel sanat demek yerine, onların bu kenti deneyimleyerek oradaki yaşayanlarla birlikte bu işleri yeniden oluşturacağı ve kendi işlerini bu kent üzerinden yeniden okuyacakları.
Benim dileğim bu tez çalışmaları sırasında, başka başka yönlere yayılmasıydı sergi planlarının. Çünkü gölgeyi bir yandan işte bu bahsettiğim aydınlanma meselesiyle ilgili buluyorum. Ama bir yandan çok ciddi bir entegrasyon şansı tanıyor izleyiciyle. Çünkü herzaman, çocukluğumuzdan itibaren oyun kaynağı oluvermiştir gölge. Yani gölge bizim gündelik hayatta ya görmezden geldiğimiz çünkü çoktur ve her yerdedir. Hepsini görecek olursak deliririz. Ama bunun aslında çok ciddi bir politik okuması da var tabi, görmezden gelme üzerine. Ama çok büyük olduğunda da üzerine hemen bir ışık tutulmalı ve aydınlatılmalıdır.
İşte bu sergi düzeninde de böyledir.Sergilerimizi biz hep hem işlevi aydınlatacak hem gölgeleri mümkün olduğunca ortadan yok edecek şekilde yaparız. Örneğin bir projeksiyon yapıldığında gölgemizle kimseye engel olmak istemeyiz hemen çekiliriz gölgemiz ekrana düştüğünde. Hâlbuki şimdi önerdiğimiz işlerde bunun tam tersi olarak izleyicilerin kendi gölgeleriyle bu işin bir parçası haline gelmeleri, bununla oyunlarda oynamaya başlamaları, işin bu yönüyle de aslında şehri birden bire sergiye davet eden bir yapıda. Yani bir sergi salonuna girmeksizin kendi gölgelerinin birden bire bir işin parçası haline gelivermesi ve sonra onların bununla oynadığı oyun üzerinden sergiye yaklaşmaları gibi. "
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder